13 Ağustos 2013 Salı

tanrı.

karanlık koridorda dümdüz bir hat çizerek ilerliyorum. üst katta, tanrının bile yerini unuttuğu zavallı bir odada, evleneceğim adam ellerini önünde birleştirmiş beni bekliyor. öyle alıştım ki soğuk karanlığa, biri üzerime kazara fener tutsa eriyeceğim. o adamın beni tanımasına izin vermedim.

hiç kıyamadım ona, ayık kafayla çıkamadım karşısına. izin veremedim bilmesine öyle memnuniyetsiz, sıkıcı ve mutsuz birini. hayat hep sanrılardan ibaretti, onun tanıdığı benim için. bir şişeyi dikmeden, bembeyaz kumlara gömülmeden, içimde mavi dumanı çalkalamadan gitmezdim yanına. mesajlarına cevap vermek için kafamın bulanmasını beklerdim. hep kendimi yıprattım ki bana katlanabilsin.

ve ben de ona katlanabileyim. güzel kardeşine gülümserken çapkınca, bir yandan başımı eğebileyim diye nazikçe. nezaketin arkasına saklayabileyim diye aşkımı, didindim, kumlar yağdırdım içime. tuz döşedim ciğerlerimin iç yüzeyine, kuruttum organlarımı. her gece resmini çizdim tavanıma o güzel erkeğin; o sert yüzün, davetkar bakışların, kıpkırmızı çocuk dudakların. susuzum! evini açtı bana, ve ben onun eşyalarının kokusunu solurken buharlaştı nefes borumu kaplayan o boktan salgılar, gece ona benzeyen diğer erkekleyken yine tavana onun resmini çiziyordum. o bir kadındı içten içe ve ben de onun erkeği olurdum, erkek olabilseydim bir şekilde. benim küçük tanrım, bembeyazdı ve kırılacak diye korktum, sarılamadım zaten iki elimi anca dolduran beline. bakışlarında hemcinsinin birine duyduğu aşkın kalıntıları vardı, benimse ağzımda geceden diktiğim şarabın ve abisinin tükürüğünün tadı. eline sürdüm parmağımı, gözlerimi uçsuz bucaksız boynuna diktim, yapacağım başka ne kalmıştı? kokladım. içim zaten kupkuruydu.

aylar sonra kendimi işte bu koridorda buldum. kişisel mitolojik tanrım başka bir şehre taşınmış, beni burada adi bir kopyasıyla ölüme terk etmişti. çirkin beyaz elbisemle çirkin beyaz ışığa doğru yürüyordum. eridiğimi hissedebiliyordum. içimde ne varsa hepsini tek kişiye vermiştim ve var oluşum için bir gerekçe kalmamıştı. adımlarım yumuşaktı, sanki o gün sadece kendim için yudumluyordum sek alkolü. bembeyaz boynuna değdirmemiştim bile burnumu. pencereye yaklaştıkça tanrımın suratı netleşiyordu beynimde. kendimi rüzgarın kollarında hayal ettim. kendimi, yukarıda bekleyen mutlu adamın kollarında hayal ettim. ama hayır, kendimi gözleri başka bir dünyaya açılan iki pencereymiş gibi bakan güzel erkeğin kollarında hayal edemezdim. onun kolları cılızdı. beni tutamazdı.

yine de atladım. tanrımın beyaz, cılız kollarına.

12 Şubat 2012 Pazar

günlerden pazartesi idi.

o sabah da diğer sabahlar gibiydi. diş macununun gözüme sıçradığı, ısıttığım sütün taştığı, kimseciklerin beni aramadığı, çıkarken kendi kapımı çarpıp kendime olan sinirimi gösterdiğim diğer sabahlardan biri... dışarıda ise hayatla birlikte, bileklerimi kesen bir soğuk vardı ve kocaman bir kedi gözlerimin önünden hızla geçip bahçeye girdi. aldırmadım. hayata, soğuğa ve kediye. mavi atkım ve lacivert berem uyum içindeydi, yanımdan geçen insanlara aksice bakıyor, içimden günlerinin benim günlerim kadar kötü geçmesini diliyordum. ben de soğukla uyum içindeydim. kendimi gördüğüm ilk arabanın önüne atma hayalleri kurarak, durağa doğru hızlandım. bir evin önünde küçücük bir bisiklet gördüm, dalga geçercesine sırıttım, bu havada kim bisiklet sürer allah aşkına? sıkıcı yürüyüşüme devam ettim. yalnız, bir tuhaflık vardı. ayaklarımın altındaki buz gittikçe kayganlaşıyor, evlerin renkleri canlılaşıyor, kediler köpekler yollara dökülüyor, dünya her adımımda değişiyordu sanki. önemsemedim. ben sadece kendimi önemserim, beni sadece ben önemserim zaten. kafamı yere eğdim. sıkıcı yürüyüşüm beş dakika sonra sona erecek ve sıkıcı dolmuş yolculuğuma dönüşecekti. genellikle dolmuşa gelene kadar kurduğum hayaller, dolmuşa binmemle birlikte yerini hafif bir uykuya bırakırdı. tabi bundan önce dolmuştaki herkes için beddua etmeyi de ihmal etmezdim. insanlara olan nefretim her gün daha da alevlenirdi, para uzatırken bile azarlardım onları. aptallar, asla fark etmezlerdi!

ama bu sefer öyle olmadı. bu sefer, sıkıcı yürüyüşüm yerini dolmuş yolculuğuna bırakmadı. durakta... hey, bir dakika, durak neredeydi? işte, o sarı apartmanın önünde diğer bütün salaklarla birlikte beklemem gerekirdi ama o sarı apartman, hayatımda gördüğüm en parlak muza dönüşüvermişti. zemin ayaklarımın altından kayıyor, birileri üstümdekileri çıkartıyor, kollarımın üstünde tavşanlar dans ediyordu. hayır, olamazdı, hayır! bildiğim bütün küfürleri savurdum etrafa, siktiğimin hayatı yine bana ne oyunlar oynuyordu acaba? allah, hemen bana hesap vermesi gereken bir kişiydi. başka bir açıklaması olamazdı bu olayın. etrafım "şuradan bir kişi uzatır mısınız?" diyen balerinlerle ve hamburger kılığına girmiş adamlarla dolmuştu. birileri gözlerime lazer tutuyormuş gibi oldum. kafamda yarattığım tanrıyla sohbet ediyordum, derken o da görünür oldu, dile geldi. bembeyaz giyinmişti. dev muzun içine girdik. tanrı saçlarımı okşayıp beni sakinleştirmeye çalıştı. annemdi sanki, bana sarıldı, bir daha sinirlenmeyeceğime dair söz vermemi istedi. verdim.

muzun içinden çıktığımda her şey doğal işleyişindeydi, ofiste oturmuş sıkıcı iş maillerine bakıyordum. derken patronum arayıp odasına çağırdı. raporlarımı toparladım, ceketimi kravatımı düzelttim, dolabın camından kendime şöyle bir baktım -her zamanki gibi berbat görünüyordum- ve hızla çıktım. gülümsemeye çalışıyordum. evet, gülümsüyordum! gülümseyerek odasına girdim. ama o da ne? patronum tıpkı beni sakinleştiren tanrıya benziyordu; sesi, kolları, bakışları... şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak raporlarımı masasına bıraktım. çıkmadan önce, bana "geçmiş olsun" dedi. üç gün önce geçirdiğim krizden haberdar olmuş. teşekkür etmiş gidiyordum ki, benden gördüğüm her şeyi ona anlatmamı istedi. bunu yapamayacağımı söyleyerek dışarı çıktım. hayır, binadan dışarıya, en dışarıya. bir sigara yakıp düşünmeye başladım. hayatım neden bu kadar boş ve sıkıcıydı? en azından bir kız arkadaşım olsaydı... ama bana kim bakardı ki? sinirlenip yerdeki taşlardan birine tekme attım. taş, siyah ve parlak bir ayakkabıya çarpıp durdu. bu güzel, küçük ayaklar kimindi? kafamı bembeyaz yerden yukarıya kaldırdığımda patronumun babacan suratını gördüm. "baksana sana ne diyeceğim," dedi. ne diyecekti? "yarın tekrar çocukla bisiklet sürmeye gider misin?"
çocuk?
bisiklet?
tekrar?

işte yine her şey tuhaflaşmış, yerler kayganlaşmıştı. patronum saçlarımla oynamaya başladı. ne yapıyordu bu adam? işte yine tanrı kılığına girmiş, aklınca beni kandırıyordu. "benim bu akşam önemli bir toplantım olacak, sen eve gelirken markete uğrayabilirsen deterjan alır mısın? çocuğu yarın dışarı çıkarmayı unutma." ne diyordu bu adam? aklını kaçırmış olmalıydı. korktum. arkama bakmadan kaçmaya başladım. ama yerler çok kaygandı ve işte kayıp düştüğümde evimin önündeydim. hava daha kararmamıştı ve o da ne, o bisiklet işte buradaydı. ona dokunmalıydım. gerçek olup olmadığını bilmem gerekiyordu. yaklaştım. sanki beni içine çekiyordu. yerler kaymıyordu, hava sanki ısınmıştı. binmeliydim!
iki tekerlekli küçük bisiklete bindim, gittikçe hızlanıyordum. adeta bir tanrıydım ben artık, bir patron, bir anne, bir çocuk; ben hariç herkestim... yerler buzluydu ama kaymıyordum. buzda yansımamı gördüm. patronuma dönüşmüştüm. ama artık hiçbir tuhaflık bana tuhaf gelmiyordu. hayatım, bu haliyle çok güzeldi. sonsuza kadar bisiklet sürecektim. ve öyle de yaptım.



soğuk bir perşembe günü, kendini sarı bir arabanın önüne atarak intihar eden ali türkoğlu'nun arkasından, kimse ağlamadı. 
-tanrısı bile.

7 Kasım 2011 Pazartesi

kaleden kumlar.

bir baba nasıl yıkılır?
babam kaleydi. kocaman, dayanıklı bir kale. asla yıkılmazdı, bilirdim. eski türk filmlerindeki, pos bıyıklarının ardından altın dişini göstererek sırıtan kötü adamlara benzerdi görünüşü. onu ilk gördüğünüzde art niyet arardınız bakışlarında, sesinde, sözcüklerinde... ama yoktu işte, saf, tertemiz, gariban bir taksiciydi; hani müşteriye havalardan, memleketin durumundan, işlerin kesatlığından söz etmeyi seven boşboğazlı, bir konu açıldığında nefes bile almadan konuşan, içinde dökülecek çok fazla kelime olan taksi şoförlerinden.
babam yıkılmazdı. annemizi soramazdık ona, yıkılmayacağını bilirdik ama kendimiz yıkılacağımızdan korkardık. annemi hep merak ettim. ablam da merak etmiş midir bilmem, küçücük yaşında annem oldu o benim. tahmin edersiniz bir ablayla ve bir babayla yaşamanın nasıl bir şey olduğunu. ha, yokluğu herkes bilmez, o ayrı. dayanacağım der de dayanamaz insan yokluğa. bir babam dayanır. bilirim, dayanmıştır babam.
ablam biliyormuş. öyle dedi, annemi tanımış o. ama sormadım. korkuyorum ben, annen ölmüş diyecekler diye çok korkuyorum.
ablamla biz birbirimize hiç benzemeyiz, belki aynı anadan bile değilizdir. ablamın kırmızı yanakları, kıvır kıvır saçları vardır, benden de en az on kilo eksiği... neden bilmem, bir deri bir kemiktir o, babam çitlembik diye çağırır ablamı. ablam çok kızar. benim içim acır. ablamın da içi acıyor muydu mahalledeki çocuklar bana "anan nerde" diye sorduğunda, sonra orospu çocuğu diye bağırıp kaçtıklarında? acıyordur elbet, hep kıskandığı dümdüz saçlarımı şefkatle okşarken, bogazı düğüm düğüm oluyordur da yüzüme bakıp gülümsüyordur. ben bilirim, insanın içi ağlarken yüzünün gülmesini bilirim ben...
on dört yaşındaydı ablam. ben sekiz yaşındaydım.
babam otuz altı. annem yirmi beş yaşındaydı beş senedir.
küçük bir evimiz vardı, dedemlerden kalma. okuluma yürüme mesafesindeydi. ablamla yürüyerek gider gelirdik. çalışkan kızdı ablam. evi, beni, okulunu, babamı aynı anda idare ederdi. o zayıf bedene bu çeviklik, şaşırtıcı şeydi doğrusu... yalnız, kendine has bir çekiciliği vardı ablamın, hala da vardır. dökümlü elbiseler, uzun uzun etekler giyerdi, saçlarını omuzlarına döker, savura savura gezerdi. kocaman kahverengi gözleri vardı, badem gibi... hele o ergenliğe yeni girdiği zamanda, mahalledeki erkeklerin ilgisini çekmeye başlamıştı bile. babam farkında değildi, ben de değildim ama ablam çok kişinin canını yakıyor, kimseye de yüz vermiyordu. babam okutacaktı ablamı, ablam okuyacak, kendi evine kendi ekmeğini getirecekti. babam okutacaktı ablamı...
bizim evin arkasında küçük bir bahçe vardı. görseniz, yemyeşil otlar ve küçücük de bir kulübeyle, sanki o bahçe şehirden ayrı bir dünyaydı tek başına. her yer gıpgriyken bile bizim o arkadaki küçük çimenlik alan yemyeşil, pırıl pırıldı. küçük kulübe de, hani şu alplerde yaşayan kız heidi'nin dedesiyle yaşadığı kulübenin küçüğüydü işte. ablam, on dört yaşında. o kulübede her gün saatlerce tek başına otururdu. bazen ben de giderdim yanına, sohbet ederdik. bazen de babam...
o akşam, babamın sesiyle kaldırdım başımı çizgili küçük defterimden. babam, otuz altı yaşında. önce sandım ki bir aslan kükrüyor, aslanlar öyle kükrermiş çünkü, yeni öğrenmişim okulda. ama yok yok, kesilmeyen bir feryat, birileri sert bir şeyle vuruyor sonra, allah'ım neler oluyor? üstüme babamın koca montunu aldım da çıktım dışarı. baktım ses bizim arka bahçeden geliyor. önce babamı gördüm, kulübenin önünde durmuş, dizlerinin üstüne çökmüş, başını ellerinin arasına almış. sonra kulübenin içinde, yerde yatan ablamı... baktım, kulübenin kapısı kırılmış, sonra tellerin üstünden atlayarak kaçmış biri. baktım, kıpırdamıyor babam. baktım, ağlıyor ablam.
ablam on dört yaşında.
babam otuz altı.
bir baba nasıl yıkılır? kumdan kale yaparsın da, kaleden kumu biraz zor yaparsın.
dolar bir ipi boynuna,
bırakır kendini boşluğa.
dur gitme, diyemezsin,
diyemezsin de gider işte.
umut her şeyidir ya insanın. umut biterse her şey biter ya. işte öyle, öyle yıkılır bir baba. babam on yıldır otuz altı yaşında, o kulübede.