7 Kasım 2011 Pazartesi

kaleden kumlar.

bir baba nasıl yıkılır?
babam kaleydi. kocaman, dayanıklı bir kale. asla yıkılmazdı, bilirdim. eski türk filmlerindeki, pos bıyıklarının ardından altın dişini göstererek sırıtan kötü adamlara benzerdi görünüşü. onu ilk gördüğünüzde art niyet arardınız bakışlarında, sesinde, sözcüklerinde... ama yoktu işte, saf, tertemiz, gariban bir taksiciydi; hani müşteriye havalardan, memleketin durumundan, işlerin kesatlığından söz etmeyi seven boşboğazlı, bir konu açıldığında nefes bile almadan konuşan, içinde dökülecek çok fazla kelime olan taksi şoförlerinden.
babam yıkılmazdı. annemizi soramazdık ona, yıkılmayacağını bilirdik ama kendimiz yıkılacağımızdan korkardık. annemi hep merak ettim. ablam da merak etmiş midir bilmem, küçücük yaşında annem oldu o benim. tahmin edersiniz bir ablayla ve bir babayla yaşamanın nasıl bir şey olduğunu. ha, yokluğu herkes bilmez, o ayrı. dayanacağım der de dayanamaz insan yokluğa. bir babam dayanır. bilirim, dayanmıştır babam.
ablam biliyormuş. öyle dedi, annemi tanımış o. ama sormadım. korkuyorum ben, annen ölmüş diyecekler diye çok korkuyorum.
ablamla biz birbirimize hiç benzemeyiz, belki aynı anadan bile değilizdir. ablamın kırmızı yanakları, kıvır kıvır saçları vardır, benden de en az on kilo eksiği... neden bilmem, bir deri bir kemiktir o, babam çitlembik diye çağırır ablamı. ablam çok kızar. benim içim acır. ablamın da içi acıyor muydu mahalledeki çocuklar bana "anan nerde" diye sorduğunda, sonra orospu çocuğu diye bağırıp kaçtıklarında? acıyordur elbet, hep kıskandığı dümdüz saçlarımı şefkatle okşarken, bogazı düğüm düğüm oluyordur da yüzüme bakıp gülümsüyordur. ben bilirim, insanın içi ağlarken yüzünün gülmesini bilirim ben...
on dört yaşındaydı ablam. ben sekiz yaşındaydım.
babam otuz altı. annem yirmi beş yaşındaydı beş senedir.
küçük bir evimiz vardı, dedemlerden kalma. okuluma yürüme mesafesindeydi. ablamla yürüyerek gider gelirdik. çalışkan kızdı ablam. evi, beni, okulunu, babamı aynı anda idare ederdi. o zayıf bedene bu çeviklik, şaşırtıcı şeydi doğrusu... yalnız, kendine has bir çekiciliği vardı ablamın, hala da vardır. dökümlü elbiseler, uzun uzun etekler giyerdi, saçlarını omuzlarına döker, savura savura gezerdi. kocaman kahverengi gözleri vardı, badem gibi... hele o ergenliğe yeni girdiği zamanda, mahalledeki erkeklerin ilgisini çekmeye başlamıştı bile. babam farkında değildi, ben de değildim ama ablam çok kişinin canını yakıyor, kimseye de yüz vermiyordu. babam okutacaktı ablamı, ablam okuyacak, kendi evine kendi ekmeğini getirecekti. babam okutacaktı ablamı...
bizim evin arkasında küçük bir bahçe vardı. görseniz, yemyeşil otlar ve küçücük de bir kulübeyle, sanki o bahçe şehirden ayrı bir dünyaydı tek başına. her yer gıpgriyken bile bizim o arkadaki küçük çimenlik alan yemyeşil, pırıl pırıldı. küçük kulübe de, hani şu alplerde yaşayan kız heidi'nin dedesiyle yaşadığı kulübenin küçüğüydü işte. ablam, on dört yaşında. o kulübede her gün saatlerce tek başına otururdu. bazen ben de giderdim yanına, sohbet ederdik. bazen de babam...
o akşam, babamın sesiyle kaldırdım başımı çizgili küçük defterimden. babam, otuz altı yaşında. önce sandım ki bir aslan kükrüyor, aslanlar öyle kükrermiş çünkü, yeni öğrenmişim okulda. ama yok yok, kesilmeyen bir feryat, birileri sert bir şeyle vuruyor sonra, allah'ım neler oluyor? üstüme babamın koca montunu aldım da çıktım dışarı. baktım ses bizim arka bahçeden geliyor. önce babamı gördüm, kulübenin önünde durmuş, dizlerinin üstüne çökmüş, başını ellerinin arasına almış. sonra kulübenin içinde, yerde yatan ablamı... baktım, kulübenin kapısı kırılmış, sonra tellerin üstünden atlayarak kaçmış biri. baktım, kıpırdamıyor babam. baktım, ağlıyor ablam.
ablam on dört yaşında.
babam otuz altı.
bir baba nasıl yıkılır? kumdan kale yaparsın da, kaleden kumu biraz zor yaparsın.
dolar bir ipi boynuna,
bırakır kendini boşluğa.
dur gitme, diyemezsin,
diyemezsin de gider işte.
umut her şeyidir ya insanın. umut biterse her şey biter ya. işte öyle, öyle yıkılır bir baba. babam on yıldır otuz altı yaşında, o kulübede.