12 Şubat 2012 Pazar

günlerden pazartesi idi.

o sabah da diğer sabahlar gibiydi. diş macununun gözüme sıçradığı, ısıttığım sütün taştığı, kimseciklerin beni aramadığı, çıkarken kendi kapımı çarpıp kendime olan sinirimi gösterdiğim diğer sabahlardan biri... dışarıda ise hayatla birlikte, bileklerimi kesen bir soğuk vardı ve kocaman bir kedi gözlerimin önünden hızla geçip bahçeye girdi. aldırmadım. hayata, soğuğa ve kediye. mavi atkım ve lacivert berem uyum içindeydi, yanımdan geçen insanlara aksice bakıyor, içimden günlerinin benim günlerim kadar kötü geçmesini diliyordum. ben de soğukla uyum içindeydim. kendimi gördüğüm ilk arabanın önüne atma hayalleri kurarak, durağa doğru hızlandım. bir evin önünde küçücük bir bisiklet gördüm, dalga geçercesine sırıttım, bu havada kim bisiklet sürer allah aşkına? sıkıcı yürüyüşüme devam ettim. yalnız, bir tuhaflık vardı. ayaklarımın altındaki buz gittikçe kayganlaşıyor, evlerin renkleri canlılaşıyor, kediler köpekler yollara dökülüyor, dünya her adımımda değişiyordu sanki. önemsemedim. ben sadece kendimi önemserim, beni sadece ben önemserim zaten. kafamı yere eğdim. sıkıcı yürüyüşüm beş dakika sonra sona erecek ve sıkıcı dolmuş yolculuğuma dönüşecekti. genellikle dolmuşa gelene kadar kurduğum hayaller, dolmuşa binmemle birlikte yerini hafif bir uykuya bırakırdı. tabi bundan önce dolmuştaki herkes için beddua etmeyi de ihmal etmezdim. insanlara olan nefretim her gün daha da alevlenirdi, para uzatırken bile azarlardım onları. aptallar, asla fark etmezlerdi!

ama bu sefer öyle olmadı. bu sefer, sıkıcı yürüyüşüm yerini dolmuş yolculuğuna bırakmadı. durakta... hey, bir dakika, durak neredeydi? işte, o sarı apartmanın önünde diğer bütün salaklarla birlikte beklemem gerekirdi ama o sarı apartman, hayatımda gördüğüm en parlak muza dönüşüvermişti. zemin ayaklarımın altından kayıyor, birileri üstümdekileri çıkartıyor, kollarımın üstünde tavşanlar dans ediyordu. hayır, olamazdı, hayır! bildiğim bütün küfürleri savurdum etrafa, siktiğimin hayatı yine bana ne oyunlar oynuyordu acaba? allah, hemen bana hesap vermesi gereken bir kişiydi. başka bir açıklaması olamazdı bu olayın. etrafım "şuradan bir kişi uzatır mısınız?" diyen balerinlerle ve hamburger kılığına girmiş adamlarla dolmuştu. birileri gözlerime lazer tutuyormuş gibi oldum. kafamda yarattığım tanrıyla sohbet ediyordum, derken o da görünür oldu, dile geldi. bembeyaz giyinmişti. dev muzun içine girdik. tanrı saçlarımı okşayıp beni sakinleştirmeye çalıştı. annemdi sanki, bana sarıldı, bir daha sinirlenmeyeceğime dair söz vermemi istedi. verdim.

muzun içinden çıktığımda her şey doğal işleyişindeydi, ofiste oturmuş sıkıcı iş maillerine bakıyordum. derken patronum arayıp odasına çağırdı. raporlarımı toparladım, ceketimi kravatımı düzelttim, dolabın camından kendime şöyle bir baktım -her zamanki gibi berbat görünüyordum- ve hızla çıktım. gülümsemeye çalışıyordum. evet, gülümsüyordum! gülümseyerek odasına girdim. ama o da ne? patronum tıpkı beni sakinleştiren tanrıya benziyordu; sesi, kolları, bakışları... şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak raporlarımı masasına bıraktım. çıkmadan önce, bana "geçmiş olsun" dedi. üç gün önce geçirdiğim krizden haberdar olmuş. teşekkür etmiş gidiyordum ki, benden gördüğüm her şeyi ona anlatmamı istedi. bunu yapamayacağımı söyleyerek dışarı çıktım. hayır, binadan dışarıya, en dışarıya. bir sigara yakıp düşünmeye başladım. hayatım neden bu kadar boş ve sıkıcıydı? en azından bir kız arkadaşım olsaydı... ama bana kim bakardı ki? sinirlenip yerdeki taşlardan birine tekme attım. taş, siyah ve parlak bir ayakkabıya çarpıp durdu. bu güzel, küçük ayaklar kimindi? kafamı bembeyaz yerden yukarıya kaldırdığımda patronumun babacan suratını gördüm. "baksana sana ne diyeceğim," dedi. ne diyecekti? "yarın tekrar çocukla bisiklet sürmeye gider misin?"
çocuk?
bisiklet?
tekrar?

işte yine her şey tuhaflaşmış, yerler kayganlaşmıştı. patronum saçlarımla oynamaya başladı. ne yapıyordu bu adam? işte yine tanrı kılığına girmiş, aklınca beni kandırıyordu. "benim bu akşam önemli bir toplantım olacak, sen eve gelirken markete uğrayabilirsen deterjan alır mısın? çocuğu yarın dışarı çıkarmayı unutma." ne diyordu bu adam? aklını kaçırmış olmalıydı. korktum. arkama bakmadan kaçmaya başladım. ama yerler çok kaygandı ve işte kayıp düştüğümde evimin önündeydim. hava daha kararmamıştı ve o da ne, o bisiklet işte buradaydı. ona dokunmalıydım. gerçek olup olmadığını bilmem gerekiyordu. yaklaştım. sanki beni içine çekiyordu. yerler kaymıyordu, hava sanki ısınmıştı. binmeliydim!
iki tekerlekli küçük bisiklete bindim, gittikçe hızlanıyordum. adeta bir tanrıydım ben artık, bir patron, bir anne, bir çocuk; ben hariç herkestim... yerler buzluydu ama kaymıyordum. buzda yansımamı gördüm. patronuma dönüşmüştüm. ama artık hiçbir tuhaflık bana tuhaf gelmiyordu. hayatım, bu haliyle çok güzeldi. sonsuza kadar bisiklet sürecektim. ve öyle de yaptım.



soğuk bir perşembe günü, kendini sarı bir arabanın önüne atarak intihar eden ali türkoğlu'nun arkasından, kimse ağlamadı. 
-tanrısı bile.